Sweet punishment.

Güneş sınırsız bir ufka doğru yayılıyor ve evrenin ilk adımlarını attığı uzaklıklardaki kum tepelerinde keyifle ışıldıyordu. Keskin gölgelerin altında bir kaktüs merkezinde büyüdüğü ıssız bölgenin efendisi olmanın huzuruyla kollarını açmıştı. Erkeğini öldürmüş dişi bir akrep gizemli evriminin tüm iksiriyle ağır ağır ilerliyordu. Zamanın daha misafir olmadığı bir kabilenin kalp atışları hızlanmıştı. Fırtına durulmuş ve çölün soğuk acımasızlığında mahkeme kurulmuştu.

Genç kadın yaptığı şeyin suç olduğunu biliyordu. Yaptığı şeyin evrenin her yerinde ve her zamanında suç olacağını biliyordu. Her şekilde suçluydu. Buna rağmen yapmıştı ve yine yapacaktı. Doğasındaki karmaşık gücü durduramazdı. Bir adamı sevmişti. Adama onu sevdiğini göstermişti. Olabilecek en basit şekilde.

Ulu bilge elindeki ağır taşı bilgeliğini paylaştığı kabilesine doğru tutarak kükredi. 'İlk günahı taşsız olan atsın!'

Tenini yakan çöl rüzgarı sesini dağıtırken beceriksizce 'Ay pardon ya.' diye ekledi. 'Ters oldu, şey diyecektim ya...'

Genç kadın kuma gömülmüş bedenini oynattı ve ışığın altında parlayan yüzündeki dehşet dolu ifade yavaşça yerini sinir krizi eşliğinde kahkahalara bıraktı. Böyle bir durumda gülmemeye çalışmasının pek anlamı yoktu, son gülüşünü umarsızca kuru kumlara saldı.

Bir an geçti.

Kanla dolu bir an.

Geçti ve çok uzaklarda yitip gitti.

Kadının çevresinde toplanmış kalabalık duruldu ve kendilerini tutamayacaklarını anladılar. Mahkemenin isli çölünde kollektif bir gülme seansı başladı.

Tanrıların yeryüzündeki siması olan ulu bilge sırayla kadına, kalabalığa ve elinde tuttuğu büyük taş parçasına baktı. Artık o da kendini durduramayacaktı. 'Zaten bizden de öyle çok inançlı kafayı yemiş manyaklar çıkmazdı zaten, kimi kandırıyoruz?' diye sordu neşeyle.

Genç kadını serbest bırakmak için kumu kazdıkları zaman su buldular.

Kimse farketmedi ama ertesi gün çöl biraz daha yeşildi.

Ass to ass.

İki adam. Köpek pozisyonunda takılı kalmışlar, pantolonlarının kalçaya kadar olan bölümü açık. Acaba fazla mı içtim, acaba diğerlerinden çok keskin farkları olan bir halüsinasyon mu görüyorum? Freud ne derdi kimbilir. Soruyorum, sormak zorundayım. 'Siz ne yapıyorsunuz beyler?' Sol taraftaki genç olanı yüzünde geniş bir gülümsemeyle sırıtmaya başlıyor ve heyecanla konuşuyor. 'Merhaba! Temiz bir dünya için götgöte vermeye ne dersiniz?' Hah, iki sokak ötede evimin güvenli huzuru beni beklerken karşılaştığım şeye bak. Bu iki manyaktan kurtulmalıyım. Belki rasyonel insanlardır diyerek konuşmayı biraz daha uzatmaya karar veriyorum ve bu manzarada mantık aradığıma göre kesinlikle fazla içmişim. 'Nasıl olacak o? Götümüzle mi temizleyeceğiz dünyayı?' İkisi de gür ve neşeli bir sesle haykırıyor. 'Evet!' Genç olan hemen açıklıyor. 'Mesela ben sıçacağım diyelim. Bokum çıkıyor ve arkadaşımın götüne geri giriyor. Böylece hiçbir yer kirlenmiyor, dünya tertemiz kalıyor!' Midem tango yapmaya karar veriyor ve kusmaya başlıyorum, biraz önce duyduğum şeyin hiç gerçekleşmediğini umarak. Sağ taraftaki yaşlı olan kendinden emin bir edayla konuşmayı devralıyor. 'Senin temiz bir dünya için ağızağıza vermen gerekecek.' Böylece kahvaltıdaki tosta da veda ediyorum. Mutlulukla iğrenerek seviyorum bu şehri.

Frequently asked questions about life, death and alcohol.

'Bu gecenin böyle biteceğini asla bilemezdim...'
Askerden döndüğümden beri içiyordum. Sürecin ismine ne derseniz deyin, sonuç olarak her gece eve sarhoş dönüyor ve her sabah koltuğun üzerinde havlayarak uyanıyordum. Rotam belliydi ne de olsa; evden çık, Levent Çarşı'dan para çek, arabaya atla, Kabataş'ta parket, Taksim Metrosuna bin, iç. Zaman harcamam için basit ve kolay bir yoldu bu, zaten hep basit ve kolay bir insan olmuşumdur.

Her neyse, bugün konu ben değilim.
Bir cumartesi akşamıydı sanırım, dördüncü biradan sonra votkaya geçmiştim ve belki bir ya da iki shot alıp rakıyla devam edecektim. Bana eşlik eden herif neredeyse kelleşmiş kafasını yanlardan uzattığı saçlarıyla gizlemeye çalışırken lise maceralarımızı anlatıyordu -ki böylece tüm görüntü daha da saçma bir hale bürünüyordu- ve umutsuz kelin üç senedir bitemeyen proje dersinin sorunları ara sıra masanın gündemini değiştiriyordu. Konuşmanın gidişatı her zamanki gibi sırayla siyasete, oradan bilimsel araştırmaların günümüz insanlığındaki popülist yönlerine, sonra sanatın yoz kültür hizmetine ve en sonunda da ikimizin de hala içinde minik şüphelerle gülümsediği varoluşun anlamsız hiçliğine yol aldı. Rakıya başlamıştım ve yine fazla içmiştim, belli bir çizgiden sonra geride hiçbir çizgi kalmıyordu. Ya da renk. Ya da amaç. Ya da anlam.
Sadece dibine bakıp gülümsediğin bir bardak ve yanına gelen bar çalışanı.
Meydanda el sıkışıp gerçek dünyaya yalnız başımıza yol aldık, onun yetişmesi gereken bir son otobüsü ve benim de yetişmem gereken bir uykum vardı. Ağır adımlarla ilerlemeye başladım, metrodaki insanlarla benzer hareketlerimize bakarak hepimizin bu yaşam denen gerizekalı deneyimin yitik sarhoşları olduğumuza karar verdim. Kollektif ve primitiv bir bilinç kazanmıştık, aynı ağrılar, aynı dengesiz sesler ve aynı üstü örtülmüş korkularla ilerliyorduk. Modern toplumun zombileriydik ve kendi beynimizden başka hiçbir beyni önemsemiyorduk.
Kabataşın enfes sahil meltemi benliğimdeki birkaç düğmeye bastı ve gecenin ışıklarını kaplayan gürültülerin ayrımına vardım. Parkettiğim yerde bir kalabalık vardı. Evet, kalabalık, görüntüler ve sesler hala ulaşılamayacak bir seviyedeydi ama yine de oradaydılar işte. Sallanarak ilerlerken çatırdayan bir şeye bastım. Sırıtarak yerdeki nesnenin arabamın plakası olduğunu anlamak ve neden olması gereken yerde olmadığını düşünmek için kendime epey uzun bir süre tanıdım. Zamanla, belirsizliğin dumanları arasında resim netleşti.
Arabamın içine girmiş başka bir araba, yerde yatan genç bir kız ve baygın bakışlarından içtiği belli bir erkeğin kendini suçlayan konuşmaları. Hey, keşke bir fotoğraf makinesi olsaydı yanımda.
Ağzımdan çıkan sesimi duyduğumda gülmemek için kendimi zorlayarak 'Ne oldu?' diye sordum. Kalabalığın içinden bir adam bana dönerek 'Sarhoş işte!' diye haykırdı. 'Herhalde direksiyonu fazla salladı!' Dedikleri net görülen şeylerdi, subjektif, önyargılı ve çağımızın gerçeklik algısıyla birebir örtüşen silik seslerdi. 'Yol verin!' diye bağırdım, 'Şu benim arabam!' Yol verdiler, çünkü önemli olan kaza yapmış yaralı insanlar değildi, arabaydı. Ah, çağımızın kokuşmuş gerçeklik algısı.
Yerde hareketsiz duran kızın yanına gittim ve nabzını kontrol ettim. Sorun yoktu, yarım dakikada otuzsekiz atış. Bedeninde de ağır yaralanmalar gözükmüyordu, sadece bayılmıştı büyük ihtimalle. 'Durumu kötü mü doktor bey?' diye sordu arkadan biri, bunu ciddi mi söylemişti yoksa dalga mı geçiyordu bilemiyordum ama 'Merak etmeyin.' dedim, sesimin kime cevap verdiğini umursamadan. Ambulansın ve polis araçlarının yaklaşan sirenlerini duydum. Kötü şarap kokusu burnuma doldu ve ağlayan genç adamın yanımda durduğunu farkettim. Halsizce dudaklarını oynattı ve 'Köpek...' dedi. 'Yolun ortasında duruyordu ve ben... Düşünmeden hareket ettim...' Sustu. Evren sustu. Zaman sustu. Yoğun ambulans ışığının altında inanmadığım tanrının kutsal gölgesini hissettim. Her şey bir anda berrak bir su birikintisine dönüşmüştü işte. Önemli olan tek bir şey vardı, öyle ufak, öyle narin bir şeydi ki sert rüzgarların altında onu hiç göremiyorduk ve o önemli olan tek şey o an yanımızda duruyordu.
Kuyruğunu sallayarak yaklaştı ve gözlerindeki utangaç bakışlarıyla hepimizi izledi. Uzun uzun kokladı bizi; bizi, kalabalığı, ışıkları, şehri, denizi, genç sürücüyü, ambulansa götürülen kızı, sessizliği, bağırışları, geceyi, evreni ve beni. Her şeyi ve her olmuşu, olanı, olacakları.
'Araba için endişelenme.' dedim. Genç adam bana döndü ve baygın bakışlarının kaybolduğunu, yerlerini parlayan yıldızlara bıraktıklarını gördüm. 'Ve kendini suçlama sakın. Düşünmeden hareket ettiğini sanıyorsun... Oysa öyle harika düşünmüşsün ki.'
Birbirimize sarıldık. Kalabalığın gözlerinde de aynı yıldızlar yanıyordu. Belki de tüm varoluşların hepsinde aynı ışık, süresi ne kadar olursa olsun, tam o anda bizimle beraber yanıyordu.
Şimdi, ilk işim annemi aramak. Hayır, ailemi ziyaret etmek. Sonra da anneannemin mezarına gitmek. Sonra da...
Sonra, yıldızlar parladığı sürece gülümsemek...

I am gonna.

Bir çay bahçesinde daha sıcakken bahar bir ismin var mı diye soracağım ve bir barda biranın son yudumu etini parçalarken cesedini öpeceğim, bir sinemada melek kokulu pis kanatlarına kör olacağım. Bir parkta evsizliğimi paylaşacağım ve sahilde seni kanyak ve rakı eşliğinde boğacağım, son balıkların kahkahalarına onursuz gözyaşlarımla katılırken yine annemin rahminden öteye devrileceğim, bir mezarda seninle sevişeceğim, yatağımın bir zamanlar sen olan tarafını kiraya vereceğim. Gülhane'de ceviz ağacı, Boğaz'da bir yunus ve İspanyol Meyhanesinde artık söylenmeyen bir şarkı olacağım. Her tanrı gibi merkezine evreni sığdırdığım tekliğimde seni de unutacağım, bir okul bahçesindeki ilk aşkın yakalı acısı gibi tenini tenime kıvıracağım, beni bir sokak köşesinde terkedip başka bir beni evde bulacağım. Bir beşikte ağzımın içi damarlarındaki kanla dolarken sana ilk ninnini söyleyeceğim. Ben kustukça sen uyuyacaksın. Bir karanlıkta bırakacağım ellerini ve zaten hiç tutmadığını anlayacağım, bir kahve falında cevzenin köşesinde çıkacağım ve sen bilmeyeceksin, ben aldırmayacağım. Belki o zaman sen doğmuş olacaksın. Ben ise yok, olacağım.

Star to star, dust to dust.

Hep melankolik anlarında tanrının varolmasını isteyen bencil nihilist çocuğu hatırladınız mı? Gecenin sonsuzluklarında yanıp sönen gizemli elçiliklerin ışıklarını izlerken onların tanrının trilyonlarca göz kırpışı olduğunu hayal eden? Evrendeki anlamsız eşitsizliğe bakıp tüm bunları dengeleyecek ilahi bir adalet masalına kendini kaptıran o küçük çocuğu? Ne yaramaz ve haince sırıtırdı yüzünüze, saklanamazdınız, kaçamazdınız, ilkel benliğinize işleyip bilinçaltınızda altıpatları ile hoyrat kahkahalar atardı. 'Varım ve varolacağım!' İnsanın unuttuğunu sandığı özlemli dualar ne kadar garip zamanlarda oltaya takılıyor. 'Var mısın?' Üstelik her şey öyle kaotik bir ritm ile yaşanıyor ki, sebeplerde payı olduğunu düşünen karbon canlı sonuçlara katlanamıyor. 'Varoldular.' Sizi terkedip kendime dönüyorum, biletim çok eski ve ömür boyu garantisi var. Şehrin aidiyesini geride bırakmış küflü bir bölgesinde semayı izliyorum, nihilist çocuk beni izliyor. Yıldızlar ile karşılıklı bakışıyoruz, nihilist çocuk bana bakıyor. 'Var mısın?' diye dökülüyor soru hissiz dudaklarımdan, nihilist çocuk ironiyle cevaplıyor. 'Var!' Terlemeye başlıyorum, soruların da cevapların da olmadığı bir yere gitmek istiyorum, kurtulmak için çaresiz bir adım atarak. 'Soruyu kime sorduğunu bile bilmiyorsun.' diyor nihilist çocuk. Her zaman haklı çıkmak isteyen aptal özgüvenim konuşmayı devralıyor. 'Sen cevaptan bile emin değilsin!' O hain gülüşüyle her şeyi mahvediyor nihilist çocuk ve sözlerine boğuluyorum. 'İzotropik bir evrende başını kaldırıp incelediğin boşluk, senin boşluğun. Yıldızlara sorduğun sorular ise kendine sorduklarındır. Varsın. Varım. Varolacağız.'