'Bu gecenin böyle biteceğini asla bilemezdim...'
Askerden döndüğümden beri içiyordum. Sürecin ismine ne derseniz deyin, sonuç olarak her gece eve sarhoş dönüyor ve her sabah koltuğun üzerinde havlayarak uyanıyordum. Rotam belliydi ne de olsa; evden çık, Levent Çarşı'dan para çek, arabaya atla, Kabataş'ta parket, Taksim Metrosuna bin, iç. Zaman harcamam için basit ve kolay bir yoldu bu, zaten hep basit ve kolay bir insan olmuşumdur.
Her neyse, bugün konu ben değilim.
Bir cumartesi akşamıydı sanırım, dördüncü biradan sonra votkaya geçmiştim ve belki bir ya da iki shot alıp rakıyla devam edecektim. Bana eşlik eden herif neredeyse kelleşmiş kafasını yanlardan uzattığı saçlarıyla gizlemeye çalışırken lise maceralarımızı anlatıyordu -ki böylece tüm görüntü daha da saçma bir hale bürünüyordu- ve umutsuz kelin üç senedir bitemeyen proje dersinin sorunları ara sıra masanın gündemini değiştiriyordu. Konuşmanın gidişatı her zamanki gibi sırayla siyasete, oradan bilimsel araştırmaların günümüz insanlığındaki popülist yönlerine, sonra sanatın yoz kültür hizmetine ve en sonunda da ikimizin de hala içinde minik şüphelerle gülümsediği varoluşun anlamsız hiçliğine yol aldı. Rakıya başlamıştım ve yine fazla içmiştim, belli bir çizgiden sonra geride hiçbir çizgi kalmıyordu. Ya da renk. Ya da amaç. Ya da anlam.
Sadece dibine bakıp gülümsediğin bir bardak ve yanına gelen bar çalışanı.
Meydanda el sıkışıp gerçek dünyaya yalnız başımıza yol aldık, onun yetişmesi gereken bir son otobüsü ve benim de yetişmem gereken bir uykum vardı. Ağır adımlarla ilerlemeye başladım, metrodaki insanlarla benzer hareketlerimize bakarak hepimizin bu yaşam denen gerizekalı deneyimin yitik sarhoşları olduğumuza karar verdim. Kollektif ve primitiv bir bilinç kazanmıştık, aynı ağrılar, aynı dengesiz sesler ve aynı üstü örtülmüş korkularla ilerliyorduk. Modern toplumun zombileriydik ve kendi beynimizden başka hiçbir beyni önemsemiyorduk.
Kabataşın enfes sahil meltemi benliğimdeki birkaç düğmeye bastı ve gecenin ışıklarını kaplayan gürültülerin ayrımına vardım. Parkettiğim yerde bir kalabalık vardı. Evet, kalabalık, görüntüler ve sesler hala ulaşılamayacak bir seviyedeydi ama yine de oradaydılar işte. Sallanarak ilerlerken çatırdayan bir şeye bastım. Sırıtarak yerdeki nesnenin arabamın plakası olduğunu anlamak ve neden olması gereken yerde olmadığını düşünmek için kendime epey uzun bir süre tanıdım. Zamanla, belirsizliğin dumanları arasında resim netleşti.
Arabamın içine girmiş başka bir araba, yerde yatan genç bir kız ve baygın bakışlarından içtiği belli bir erkeğin kendini suçlayan konuşmaları. Hey, keşke bir fotoğraf makinesi olsaydı yanımda.
Ağzımdan çıkan sesimi duyduğumda gülmemek için kendimi zorlayarak 'Ne oldu?' diye sordum. Kalabalığın içinden bir adam bana dönerek 'Sarhoş işte!' diye haykırdı. 'Herhalde direksiyonu fazla salladı!' Dedikleri net görülen şeylerdi, subjektif, önyargılı ve çağımızın gerçeklik algısıyla birebir örtüşen silik seslerdi. 'Yol verin!' diye bağırdım, 'Şu benim arabam!' Yol verdiler, çünkü önemli olan kaza yapmış yaralı insanlar değildi, arabaydı. Ah, çağımızın kokuşmuş gerçeklik algısı.
Yerde hareketsiz duran kızın yanına gittim ve nabzını kontrol ettim. Sorun yoktu, yarım dakikada otuzsekiz atış. Bedeninde de ağır yaralanmalar gözükmüyordu, sadece bayılmıştı büyük ihtimalle. 'Durumu kötü mü doktor bey?' diye sordu arkadan biri, bunu ciddi mi söylemişti yoksa dalga mı geçiyordu bilemiyordum ama 'Merak etmeyin.' dedim, sesimin kime cevap verdiğini umursamadan. Ambulansın ve polis araçlarının yaklaşan sirenlerini duydum. Kötü şarap kokusu burnuma doldu ve ağlayan genç adamın yanımda durduğunu farkettim. Halsizce dudaklarını oynattı ve 'Köpek...' dedi. 'Yolun ortasında duruyordu ve ben... Düşünmeden hareket ettim...' Sustu. Evren sustu. Zaman sustu. Yoğun ambulans ışığının altında inanmadığım tanrının kutsal gölgesini hissettim. Her şey bir anda berrak bir su birikintisine dönüşmüştü işte. Önemli olan tek bir şey vardı, öyle ufak, öyle narin bir şeydi ki sert rüzgarların altında onu hiç göremiyorduk ve o önemli olan tek şey o an yanımızda duruyordu.
Kuyruğunu sallayarak yaklaştı ve gözlerindeki utangaç bakışlarıyla hepimizi izledi. Uzun uzun kokladı bizi; bizi, kalabalığı, ışıkları, şehri, denizi, genç sürücüyü, ambulansa götürülen kızı, sessizliği, bağırışları, geceyi, evreni ve beni. Her şeyi ve her olmuşu, olanı, olacakları.
'Araba için endişelenme.' dedim. Genç adam bana döndü ve baygın bakışlarının kaybolduğunu, yerlerini parlayan yıldızlara bıraktıklarını gördüm. 'Ve kendini suçlama sakın. Düşünmeden hareket ettiğini sanıyorsun... Oysa öyle harika düşünmüşsün ki.'
Birbirimize sarıldık. Kalabalığın gözlerinde de aynı yıldızlar yanıyordu. Belki de tüm varoluşların hepsinde aynı ışık, süresi ne kadar olursa olsun, tam o anda bizimle beraber yanıyordu.
Şimdi, ilk işim annemi aramak. Hayır, ailemi ziyaret etmek. Sonra da anneannemin mezarına gitmek. Sonra da...
Sonra, yıldızlar parladığı sürece gülümsemek...